İslama hİzmet İnsana hİzmettİr
1 sayfadaki 1 sayfası
İslama hİzmet İnsana hİzmettİr
İçinde bulunduğumuz vasata ve ülkenin umumi manzarasına baktığımız zaman kendi kendimize bir dikkat çekme ihtiyacı duyuyoruz. Neden? Biz, bir Osmanlı devamıyız, geçmişimizde iki yüz elli milyonluk bir Osmanlı devleti var. Onun bugüne kalan altmış milyonluk bakiyesiyiz. Bu iki yüz elli milyonluk Osmanlının içinde her türlü ırkın varlığını görüyor, her türlü din mensubunun mevcudiyetini tespit ediyoruz.
Nitekim İstanbul fethedilmiştir. İstanbul'u fetheden kumandan Resulullah'ın (a.s.m.) methetttiği kumandandır. Asker Resulullah'ın (a.s.m.) methettiği askerdir. Resulullahın (a.s.m.) methettiği kumandan ve asker fethettiği ülkede başka din mensuplarını sürüp çıkarmıyor. Din hürriyetlerini yok etmiyor, kiliselerini yıkmıyor. Bir tanesini fethin sembolü olarak camiye çeviriyor, diğerlerini serbest bırakıyor. Ve kendi devletleri zamanında sahip olmadıkları özgürlüğü de onlara bahşediyor.
Bu neyi gösteriyor? İslam, o kadar hoşgörülü, o kadar farklı düşünce ve duygu sahiplerine saygılı ki, onların aklına, iz'anına hitap ediyor, fakat iradelerini ellerinden alarak dinlerini terke zorlamıyor. Sadece doğruyu, hakikati anlatıyor, gerisine karışmıyor. Zaten Kur'ân'ımızın âyeti de öyle. Efendimize (a.s.m.) vaki olan hitap da öyle. "Sana tebliğden başka birşey yoktur, sadece anlatmakla görevlisin. Anlattığın hakikatın muhatapça kabul edilip edilmemesi o Yaratanın hikmetine bağlıdır."
Bundan dolayıdır ki, iki yüz elli milyonluk Osmanlının içinde her türlü inancın sahibi yaşamış, her meslek, meşrep, mezhep orada kendisine yer bulmuş. Onların çoğu da Müslümanların bu müsamahasından dolayı vicdanen hakikate gelmiş ve zaman zaman hakkı bulmuşlardır. Bu geniş özgürlük ve hürriyet anlayışından, hoşgörüsünden dolayı Osmanlı, asırlardır ülkeleri hakimiyeti altında tutmuş, kavgasız gürültüsüz, bir bakıma mensuplarına saadet asrının benzerini yaşatmıştır.
Bugün iki yüz elli milyonu bıraktık, gele gele altmış milyonluk bir nüfusa sahibiz. Fakat sıkıntılarımız, rahatsızlıklarımız var. Sanki iki yüz elli milyonu birlikte tutan anlayış bu gün kuvvetini kaybetmiş, altmış milyonu bir arada tutamaz hale gelmiştir. Bu neden böyle acaba? Bakıyoruz ki, o günkü anlayış bugün zaafa uğratılmıştır. Bizi o gün ayakta tutan, bizim dindarlığımız, bizim İslamı doğru anlayışımızdır. Bugün ise İslamı anlama, cemiyete yön verme konuları arka plana atılmış, birleştirici bir mefhum ortada kalmamış. Laiklikle, demokrasiyle, "izm"lerle bizi bir yerde tutmaya çalışmışlar. Bunlar insanı bir yerde tutan inanç sistemleri değildir. Çimentonun yerine çamur kullanırsanız, bu koca koca kitleleri bir arada tutmaya yetmez. Güneş o balçığı çatlatır, çamurun tuttuğu unsurlar hemen ayrılır, parça parça haline getirir. Öyleyse biz bugün yine Osmanlıyı ayakta tutan değer ölçülerine sahip çıkmak, bu değer ölçüleriyle çevremize bakmak zorundayız. Ve kendi rotamızı o değer ölçüleriyle tespit etmek zorundayız.
Burada akla hemen şu geliyor: Deniliyor ki, yine siz dini ön plana çıkardınız, siz dindarlar bu memlekete zaten hakimsiniz, biz sizin gibi düşünmediğimiz ve yaşamadığımız için bize hayat hakkı yok.
Asıl anlaşılması gereken mesele de budur. Ne Osmanlıda, ne de Asr-ı Saadette din, kendini kabul ettirmek için baskı unsuru olarak kullanılmamıştır. Din bunu kabul da etmez. Bir insanın Müslüman olması, gönlünden inanmasına bağlıdır. Gönlünden inanırsa Müslüman olur, ama baskı yaparak inandırmak isterseniz, o gönlünden inanmadığı halde inanmış gibi görünmek zorunda kalır, bunun adı da münafıklıktır. Münafıklık ise kâfirlikten şiddetlidir. Müslümanın vazifesi karşısındakini kâfirden daha şiddetli hale sokmak değildir. Demek ki, baskı kullanacak olursanız insanlar inanmadığı halde inanmış gibi görünür, münafık olur ve bu size de, dine de birşey kazandırmaz.
Demek ki, din baskı aracı olarak kullanılmaya müsait değildir. Din, sadece anlatmaya müsaitir. Muhatapların anlayacağı seviyede doğruları arzetmeye müsaittir. Kabul etmek veya etmemek muhatabın nasibine, idrakine, liyakatine bağlıdır. Bizler illa birilerini Cennetlik hale getirecek değiliz. Öyle bir selahiyetimiz de yok. Cenab-ı Hak birini Cehennemlik olmasını murat etmişse, bu adam da tutumuyla, tavrıyla Cehennemlik olacağını izhar ediyorsa, biz hangi hakla, zor kullanalım. Biz öyle bir vazifeyle mükellef değiliz. Öyle vazifeyi Rabbimiz Resulüne bile vermemiştir.
"Sen istediğini hidayete sevkedemezsin, ancak Allah isterse hidayete erdirir." ve "Sana ancak anlatmak vardır."
Bunlarla söylemek istediğimiz asıl mesele şudur: Ülkemizi karıştırmak, bizleri birbirimize düşürmek, hatta bu uğurda İslamiyeti kullanmak, onu hedef göstermek isteyenler var. Anarşik olaylar oluyor, faili meçhul cinayetler ortada kalıyor. O meçhul faili, Müslümanlar olarak göstermek istiyorlar. Müslümanlar da biraz şöyle sert, haşin davransalar, bütün suçları onların üzerine yıkmak için bekleyen medya ve ajan grupları var. Hal böyle olunca, bizlerin istismara müsait tutumlardan ciddi şekilde kaçınması gerekiyor. Fırsat bekleyenlerin eline malzeme verecek hallerden, sözlerden uzak kalmamız gerekiyor.
Daha net bir şekilde anlatacak olursak, göze bakıp gönüle akma esasını benimsememiz gerekiyor. Çevremize birşeyler vereceksek, sert, kaba, haşin, korkutucu değil, kendimizi sevdirerek, sevdirdiğimiz satışımızdaki İslamiyete ilgi duyurarak faydalı olabiliriz. Birliğimizi, beraberliğimizi bozacak tutum ve tavırdan, üsluptan, ifadeden ciddi şekilde uzak kalmalıyız. Yani şöyle bir imajın doğmasına ihtiyaç var: Dindarlardan, Müslümanlardan kimseye zarar gelmez. Bunlardan herkes memnun olur. Böyle bir imajın oluşması da ancak bizim şahsızımda İslamı tam olarak yaşamamızla, fiilen örnek olmamızla mümkündür.
İslamı başka türlü anlatanların imajına malzeme verecek sertlikten, haşinlikten uzak kalmalıyız. Daha doğrusu bugünün şartlarına göre her Müslüman bir gönül adamı olmalıdır. Şefkatle günahkârlara elini uzatan, tatlı dille onlarla konuşan, mütebessim bir edayla onlarla muhatap olan bir gönül adamı, gönül eri olmalıyız. Çevremiz bizlerden anarşik, vurucu, kinci olayları asla beklememelidir.
Sahabeden biri şöyle diyor: "Ben Resulullahla (a.s.m.) her görüştüğümde bana tebessüm ediyordu, hep mütebbessim şekilde bakıyordu. Resulullahın (a.s.m.) bana karşı muhatap oluşundan öyle bir duyguya kapılmıştım ki, bu Ashabın içinde Resulullah (a.s.m.) beni birinci derecede seviyor. Tutumundan, tavrından bunu anladım. Ve bu düşüncemi, doğrulamak için bir gün Efendimizin (a.s.m.) huzurunda dedim ki:
"Ya Resulallah, bu cemaatin içinde en çok kimi seviyorsunuz?" Yine aynı tebessümle buyurdu ki, "Ebu Bekir'i".
"Ondan sonra" dedim. Dedi ki: "Ömer'i".
"Ondan sonra" dedim, buyurdu ki: "Osman'ı".
"Ondan sonra" dedim. "Ali'yi" buyurdu.
"Ondan sonra kimi seviyorsunuz ya Resulallah" dedim. "Ebu Ubeyde'yi" deyince sahabe der ki:
"Bundan sonrasını sormaya cesaret edemedim. Çünkü Resulullah (a.s.m.) sevdiklerini tüm sıralayacak olsaydı ben onların en sonunda dahi olamayacağım diye korkmuştum."
Şimdi burada fevkalade bir mesaj var. Resulullah (a.s.m.) İslamın tebliğcisi, İslamı benimsetmek için yaşayan bir örneğidir. Çevresine öyle bir tavır takınıyor ki, çevresindekilerin herbiri "Resulullah (a.s.m.) bunların içinde beni en çok seviyor" zannediyor. O kadar mültefit, o kadar mütebbessim, o kadar yumuşak muhatap oluyor. Mesela Hz. Resulullah'a (a.s.m.) on sene hizmet etmiş olan Hz. Enes diyor ki: "Ben Resulullah Efendimize (a.s.m.) on sene hizmet ettim, fakat birgün bir azarını işitmedim. Bir gün olsun beni azarlamadı." (Tabi burada sadece Resulullahın (a.s.m.) gayreti esas değil, muhatapta da öyle bir dikkat, hassasiyet var ki azarlamayı gerektirecek tutum ve tavırdan ciddi şekilde uzak kalmış.)
Nitekim İstanbul fethedilmiştir. İstanbul'u fetheden kumandan Resulullah'ın (a.s.m.) methetttiği kumandandır. Asker Resulullah'ın (a.s.m.) methettiği askerdir. Resulullahın (a.s.m.) methettiği kumandan ve asker fethettiği ülkede başka din mensuplarını sürüp çıkarmıyor. Din hürriyetlerini yok etmiyor, kiliselerini yıkmıyor. Bir tanesini fethin sembolü olarak camiye çeviriyor, diğerlerini serbest bırakıyor. Ve kendi devletleri zamanında sahip olmadıkları özgürlüğü de onlara bahşediyor.
Bu neyi gösteriyor? İslam, o kadar hoşgörülü, o kadar farklı düşünce ve duygu sahiplerine saygılı ki, onların aklına, iz'anına hitap ediyor, fakat iradelerini ellerinden alarak dinlerini terke zorlamıyor. Sadece doğruyu, hakikati anlatıyor, gerisine karışmıyor. Zaten Kur'ân'ımızın âyeti de öyle. Efendimize (a.s.m.) vaki olan hitap da öyle. "Sana tebliğden başka birşey yoktur, sadece anlatmakla görevlisin. Anlattığın hakikatın muhatapça kabul edilip edilmemesi o Yaratanın hikmetine bağlıdır."
Bundan dolayıdır ki, iki yüz elli milyonluk Osmanlının içinde her türlü inancın sahibi yaşamış, her meslek, meşrep, mezhep orada kendisine yer bulmuş. Onların çoğu da Müslümanların bu müsamahasından dolayı vicdanen hakikate gelmiş ve zaman zaman hakkı bulmuşlardır. Bu geniş özgürlük ve hürriyet anlayışından, hoşgörüsünden dolayı Osmanlı, asırlardır ülkeleri hakimiyeti altında tutmuş, kavgasız gürültüsüz, bir bakıma mensuplarına saadet asrının benzerini yaşatmıştır.
Bugün iki yüz elli milyonu bıraktık, gele gele altmış milyonluk bir nüfusa sahibiz. Fakat sıkıntılarımız, rahatsızlıklarımız var. Sanki iki yüz elli milyonu birlikte tutan anlayış bu gün kuvvetini kaybetmiş, altmış milyonu bir arada tutamaz hale gelmiştir. Bu neden böyle acaba? Bakıyoruz ki, o günkü anlayış bugün zaafa uğratılmıştır. Bizi o gün ayakta tutan, bizim dindarlığımız, bizim İslamı doğru anlayışımızdır. Bugün ise İslamı anlama, cemiyete yön verme konuları arka plana atılmış, birleştirici bir mefhum ortada kalmamış. Laiklikle, demokrasiyle, "izm"lerle bizi bir yerde tutmaya çalışmışlar. Bunlar insanı bir yerde tutan inanç sistemleri değildir. Çimentonun yerine çamur kullanırsanız, bu koca koca kitleleri bir arada tutmaya yetmez. Güneş o balçığı çatlatır, çamurun tuttuğu unsurlar hemen ayrılır, parça parça haline getirir. Öyleyse biz bugün yine Osmanlıyı ayakta tutan değer ölçülerine sahip çıkmak, bu değer ölçüleriyle çevremize bakmak zorundayız. Ve kendi rotamızı o değer ölçüleriyle tespit etmek zorundayız.
Burada akla hemen şu geliyor: Deniliyor ki, yine siz dini ön plana çıkardınız, siz dindarlar bu memlekete zaten hakimsiniz, biz sizin gibi düşünmediğimiz ve yaşamadığımız için bize hayat hakkı yok.
Asıl anlaşılması gereken mesele de budur. Ne Osmanlıda, ne de Asr-ı Saadette din, kendini kabul ettirmek için baskı unsuru olarak kullanılmamıştır. Din bunu kabul da etmez. Bir insanın Müslüman olması, gönlünden inanmasına bağlıdır. Gönlünden inanırsa Müslüman olur, ama baskı yaparak inandırmak isterseniz, o gönlünden inanmadığı halde inanmış gibi görünmek zorunda kalır, bunun adı da münafıklıktır. Münafıklık ise kâfirlikten şiddetlidir. Müslümanın vazifesi karşısındakini kâfirden daha şiddetli hale sokmak değildir. Demek ki, baskı kullanacak olursanız insanlar inanmadığı halde inanmış gibi görünür, münafık olur ve bu size de, dine de birşey kazandırmaz.
Demek ki, din baskı aracı olarak kullanılmaya müsait değildir. Din, sadece anlatmaya müsaitir. Muhatapların anlayacağı seviyede doğruları arzetmeye müsaittir. Kabul etmek veya etmemek muhatabın nasibine, idrakine, liyakatine bağlıdır. Bizler illa birilerini Cennetlik hale getirecek değiliz. Öyle bir selahiyetimiz de yok. Cenab-ı Hak birini Cehennemlik olmasını murat etmişse, bu adam da tutumuyla, tavrıyla Cehennemlik olacağını izhar ediyorsa, biz hangi hakla, zor kullanalım. Biz öyle bir vazifeyle mükellef değiliz. Öyle vazifeyi Rabbimiz Resulüne bile vermemiştir.
"Sen istediğini hidayete sevkedemezsin, ancak Allah isterse hidayete erdirir." ve "Sana ancak anlatmak vardır."
Bunlarla söylemek istediğimiz asıl mesele şudur: Ülkemizi karıştırmak, bizleri birbirimize düşürmek, hatta bu uğurda İslamiyeti kullanmak, onu hedef göstermek isteyenler var. Anarşik olaylar oluyor, faili meçhul cinayetler ortada kalıyor. O meçhul faili, Müslümanlar olarak göstermek istiyorlar. Müslümanlar da biraz şöyle sert, haşin davransalar, bütün suçları onların üzerine yıkmak için bekleyen medya ve ajan grupları var. Hal böyle olunca, bizlerin istismara müsait tutumlardan ciddi şekilde kaçınması gerekiyor. Fırsat bekleyenlerin eline malzeme verecek hallerden, sözlerden uzak kalmamız gerekiyor.
Daha net bir şekilde anlatacak olursak, göze bakıp gönüle akma esasını benimsememiz gerekiyor. Çevremize birşeyler vereceksek, sert, kaba, haşin, korkutucu değil, kendimizi sevdirerek, sevdirdiğimiz satışımızdaki İslamiyete ilgi duyurarak faydalı olabiliriz. Birliğimizi, beraberliğimizi bozacak tutum ve tavırdan, üsluptan, ifadeden ciddi şekilde uzak kalmalıyız. Yani şöyle bir imajın doğmasına ihtiyaç var: Dindarlardan, Müslümanlardan kimseye zarar gelmez. Bunlardan herkes memnun olur. Böyle bir imajın oluşması da ancak bizim şahsızımda İslamı tam olarak yaşamamızla, fiilen örnek olmamızla mümkündür.
İslamı başka türlü anlatanların imajına malzeme verecek sertlikten, haşinlikten uzak kalmalıyız. Daha doğrusu bugünün şartlarına göre her Müslüman bir gönül adamı olmalıdır. Şefkatle günahkârlara elini uzatan, tatlı dille onlarla konuşan, mütebessim bir edayla onlarla muhatap olan bir gönül adamı, gönül eri olmalıyız. Çevremiz bizlerden anarşik, vurucu, kinci olayları asla beklememelidir.
Sahabeden biri şöyle diyor: "Ben Resulullahla (a.s.m.) her görüştüğümde bana tebessüm ediyordu, hep mütebbessim şekilde bakıyordu. Resulullahın (a.s.m.) bana karşı muhatap oluşundan öyle bir duyguya kapılmıştım ki, bu Ashabın içinde Resulullah (a.s.m.) beni birinci derecede seviyor. Tutumundan, tavrından bunu anladım. Ve bu düşüncemi, doğrulamak için bir gün Efendimizin (a.s.m.) huzurunda dedim ki:
"Ya Resulallah, bu cemaatin içinde en çok kimi seviyorsunuz?" Yine aynı tebessümle buyurdu ki, "Ebu Bekir'i".
"Ondan sonra" dedim. Dedi ki: "Ömer'i".
"Ondan sonra" dedim, buyurdu ki: "Osman'ı".
"Ondan sonra" dedim. "Ali'yi" buyurdu.
"Ondan sonra kimi seviyorsunuz ya Resulallah" dedim. "Ebu Ubeyde'yi" deyince sahabe der ki:
"Bundan sonrasını sormaya cesaret edemedim. Çünkü Resulullah (a.s.m.) sevdiklerini tüm sıralayacak olsaydı ben onların en sonunda dahi olamayacağım diye korkmuştum."
Şimdi burada fevkalade bir mesaj var. Resulullah (a.s.m.) İslamın tebliğcisi, İslamı benimsetmek için yaşayan bir örneğidir. Çevresine öyle bir tavır takınıyor ki, çevresindekilerin herbiri "Resulullah (a.s.m.) bunların içinde beni en çok seviyor" zannediyor. O kadar mültefit, o kadar mütebbessim, o kadar yumuşak muhatap oluyor. Mesela Hz. Resulullah'a (a.s.m.) on sene hizmet etmiş olan Hz. Enes diyor ki: "Ben Resulullah Efendimize (a.s.m.) on sene hizmet ettim, fakat birgün bir azarını işitmedim. Bir gün olsun beni azarlamadı." (Tabi burada sadece Resulullahın (a.s.m.) gayreti esas değil, muhatapta da öyle bir dikkat, hassasiyet var ki azarlamayı gerektirecek tutum ve tavırdan ciddi şekilde uzak kalmış.)
sema nur- Mesaj Sayısı : 14
Kayıt tarihi : 04/05/10
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz